15 Aralık 2011 Perşembe

Beyler Toplanın Eve Dönüyoruz


     2011 NBA Final serisinin son maçında kupaya uzanan Kidd ve Nowitzki’nin hikayesini kaleme alırken gelecek sezonun önündeki lokavt engeli herkes gibi beni de tedirgin ediyordu. Ancak işin bu boyutlara geleceği aklımızın ucundan geçmedi. Takım sahiplerinin oyunculara karşı açtıkları kart (Lokavt hamlesi), dünya basketbol düzenini bozacak boyutlara ulaştı. Stern’ün ultimatomu, oyuncular birliğinin sendikayı feshi derken sezon iptaline kendimizi iyiden iyiye hazırlamıştık. Geçen Cumartesi toplantı masasından gelen haberle, umudunu kaybetmiş NBA tutkunları olarak sokağa dökülmenin eşiğine geldik.
     Karşılıklı verilen bu savaşın tartışmasız kazananı takım sahipleri olarak gözüküyor. Son sözleşme şartlarına oranla oyunculara düşen pay olsun oyuncu kontratlarındaki düzenlemeler olsun kesin galibi net olarak işaret ediyor. İşin ağa babaları (LA Lakers, Dallas, NewYork, Boston) için çok değişen bir durum olmasa da ligin veteran takımları için önemli bir diplomasi başarısı olarak görülebilir.
     Lokavtın bitmesinin verdiği sarhoşluğun etkisiyle yeni sözleşmeye çok hakim olduğum söylenemez ama göze çarpan değişiklere ufak ufak değinelim. Öncelikle korkulan hard-cap kabusu savuşturulmuşsa da lüks vergisindeki artırım bundan sonra can yakacaktır. Şöyle örneklendirelim, geçen sezon LA Lakers’ın ödediği lüks vergisi 20M$, eğer geçen sene yeni sözleşme geçerli olsaydı bu ödeme miktarı 40M$ civarını bulacaktı. Yani artık parayı verenin düdüğü çaldığı ortamın daraldığını söyleyebiliriz. Tabii Lakers’ı bu ortamdan ayrı tutmakta yarar var, Warner Bros’un Los Angeles’ta kurduğu Tv kanalıyla yaptığı seneliği 150M$ 20 yıllık antlaşma ile diğer takımlarla olan uçurumu başka bir boyuta taşımıştır.
     Yeni sözleşmedeki önemli değişimlerden biri de oyuncuların kontrat süreleri. 1999’da yapılan antlaşma ile takımların oyunculara sunabileceği maksimum kontrat süresi 7-6 yılken 2005’te yapılan düzenleme ile 6-5 seneye, önümüzdeki sezon itibari ile de 5-4 seneye çekilmiştir. Bu durum önümüzdeki senelerde yıldız oyuncuların daha sık takım değiştirdiğine şahit olmamızı sağlayacak. Amnesty Clausedaki oyuncuyu açığa takas mevzusu ve kontratın genel toplamdan düşmesi de sallary cap’in altında kalan takımlar için büyük nimet kıvamına gelmiş.
     Daha resmi imzalar atılmasa da transfer ve takas dedikoduları şimdiden Amerikan Medyasında yağmur olmuş şehirleri ıslatmaya başlamış bile. Özellikle free-agent olan Nene’nin menajerinin telefonları susmak bilmiyormuş. Keza kontratlarının bitmesine 1 yıl kalan Cris Paul ve ‘Bizim Mahallenin Çocuğu’ Deron Williams için takas söylentileri almış yürümüş. New York ikisinden birini hazırladıkları yapıya ekleyecek gibi gözüküyor. Her ne kadar ellerinde takas edecek en ufak parça kalmasa da.
     İşin bir de Avrupa Kıtası var ki lokavtın bitmesiyle rüyadan uyandırılmış gibi sersemledi. Euroleague’in oturaklıları için pek sarsıntı olmasa da Maccabi  ve duruma göre CSKA (Kirilenko’nun 3 ay içinde teklif gelmesi durumda kullanabileceği NBA opsiyonu maddesi) sendeleye bilirler. Real Madrid ise ikinci bir Beşiktaş Milangaz vakası. Rudy Fernandez ve İbaka’nın dönüşü al aşağı edecek gibi. Bizimkilerde ise Beşiktaş’ı bir kenara koyarsak Sefolosha ve Zaza’nın dönüşü dönemsel olsa da takım dengesinde sıkıntı yaratacaktır. Ersan’ın durumu ise tam bir muamma.Her ne kadar Ersan kalmak istese de Millwaukee Ersan’ı kalmaya ikna edebilir aksi takdir de karşılıklı antlaşma sağlanırsa kontratı feshedecekler.
     Her şey bir yana umutlarımızı kaybettiğimiz anda yaşadığı haberini aldığımız lig, hepimizin dengesini alt üst etti. Günler geçmek bilmiyor. “Güzel günler göreceğiz güneşli günler”, 25 Aralık gecesini ve önümüzdeki bütün geceleri uyumadan sabahlar edeceğiz. Biraz duygusala bağlasam da kusuruma bakmayın ama NBA geri döndü beyler!

5 Aralık 2011 Tarihinde www.basketbolhaber.com'da yayımlanmıştır.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Gecenin Dördünde Dost'un Önünde

     Hayatın ana damarıdır taraf olmak. Akışına kapılıp gittiğimiz şu yaşam düzeni içinde “Ben tarafsızım” bıdı bıdılarıyla dolansak da ucundan bir yerinden yakalarız mutlaka. Biz de futbolun ucundan tutmuş yürümüşüz. ‘Neden?’ sorusuna yanıt bulunamayan yegane durum;Tarafgillik. Neden sarı kırmızı? Bilmiyorum. En sevdiğin hayvan aslan mı, ondan mı? Yoo. Tutku duygusunu açıklamak çok kolay değil. Bizimkisi “Nedensizde sevilir” durumları. Hele bir de sevdalınla ayrı şehirlere düşmüşseniz ayrı bir beklersiniz haftasonlarını. Her zaman evinde izlemeye gidemezsin takımını,fırsat buldukça deplasman da yaparsın.Hatta suçlanırsın bu yüzden. Armanın sana en çok ihtiyacı olduğu yerde, aylardır beklediğin derbide aksini düşünemezsin. Kural tanımaz, basar gidersin.
    
 Sabah 10’da çıkacak biletin peşine gece 4’te düşersin. Kuyruğa girdiğinde sarı kırmızılı atkılara sarınmış yüzleri görünce az da olsa ısınırsın. 6 saat beraber donduğun adamı canından çok seversin o an. Saat 9 olur kuyruk uzun uzadıya yol alır karanfilin aralarında. Başkentte Dost’un önünde bilet beklemektir soğuğu hissetmek. Sıranın arkası için üzülürsün “Ya onlara kalmazsa” diye. Saat 10’a 5 kala kalabalık bir grup gelir. Kendilerine ‘Tayfa’ diyorlar. Hepsinin siması tanıdık, hatta aralarında küçüklükten hayranlık duyduğunuz yorgun yüzler olur, tribünün ağabeyleri. Binlerce insanı yönlendirebilecek güce sahip olmaları cezp eder. Küçüklük idolündür onlar. Kuyruğa doğru ilerlerken keskin bakışlar atarlar. Hissedersin bir terslik olduğunu ve Baaaammmm!!! Sıranın en önüne yoğun bir yığılma… Grup en öne kaynamaya başlar ama ne kaynama. Bazıları gıkını çıkarmaz, belki korktuğundan belki de onların bunu hak ettiğini düşünerek. Bazıları isyan eder. Eyvah! Arkaya doğru atılan öfkeli bakışlar. Laf dalaşı. Bir anda kaybedersin saygını küçükken yarattığın kahramanlara. Aralarından biri gişedeki kadının sorusu üzerine “Aşk bu aşk yapacak bi’ şey yok” der. Arkaya doğru sözcüklerini savurur, “Her maça gelmiyorsanız susacaksınız.”. Eğer bahsettikleri AŞK gecenin kör karanlığında sıraya girip titreye titreye saat 10’u bekleyen takımına uzak sevdalıları tartaklayıp sıranın en önüne duhul olmaksa, bizimkisinin adı aşk olmasın.
    
 Uzaktan sevenlerin tek dileği, hak ettiği saygıyı tribünün sahiplerinden görebilmek. İzmirli Galatasaraylıların güzel sözleridir bunlar….

“Uzaktan sevmenin biz cefasını her an bildik her gün çektik.”

20 Kasım 2011 Pazar

Bir Galibiyetten Daha Fazlası

     Bir kulüpten daha fazlasıydı onlar ama Abdi İpekçi’yi sarıp sarmalayan turuncudan bozma sarı, vişne çürüğü kırmızısı formalı yüreklere hayranlıklarını saklamadılar. Regal Barcelona, geçen sene çeyrek finalde Obradovic’in itinayla dokuduğu Panathinaikos’tan aldıkları dersle zaten zirvede olan kadro yapısını, Rajon Rondo’nun Avrupa şubesi Rubio’nun Amerika’ya zıplamasıyla Anadolu Efes’in ikna çabalarına taş koyarak Huertas’la daha da güçlendirdi. Maccabi’nin dişlilerinin bağlantı noktası Chuck Eidson’ı da İsrail topraklarından koparınca Final-Four’u cebine koyup Mayıs ayını beklemeye başladılar desek yersiz olmaz. Hele ki şu lokavt durumundan mütevellit Baba Gasol ve Marc’ında bu bünyeye dahil olacağını düşünürsek CSKA alınmasın ama şampiyonluk geleyazıyor.

     Ufak bir Barcelona tanıtım broşürünü elinize sıkıştırdıktan sonra dün gece benim baktığım ekranda neler olduğuna bir de ben değineyim. Salonu dolduran taraftarların en ufak pürüzü olduğunu söyleyen varsa ulaşsın bana. Dünkü atmosfer nereden bakarsanız bakın en hafif yorum bile partizanca kalacaktır. Şeref tribününden tezahüratları ezberden haykıran yönetici, basın tribününde oturan televizyon spikerinin arkasında çıldırmış olan taraftarı hayranlıkla cep telefonu kadrajına sığdırma çabası, saha da disiplini zirveye tırmanmış yüreği alev alev 12 adam ve kenarda alan savunmasında stense oturan baş antrenör.

     Dün gece Abdi İpekçi’de bütün unsurlarıyla bütünleşmiş bir topluluk vardı. Belki galibiyeti getirmeye yetmedi ama kağıt üstünde kaybedilmiş bu maç, Galatasaray Basketbol Şubesi’nin zafer şutunu sokmadan önce aldığı savunma reboundu olabilir.

     İstanbul’a gelene kadarki Euroleague karnesinde yalnızca bir çeyreği geride tamamlayan Barcelona karşısında ilk çeyreğe 19-19 ile ortak olurken, üçüncü çeyrekte 19-17 ve son çeyrekte 18-9’luk skor üstünlükleri bizim lehimizeydi. Galibiyeti onlara götüren 2. çeyrek skoru ise 10-25. Bu 10 dakikalık bölümü göz ardı edecek olursak istatistik kağıdının her alanına sirayet etmiş bir Galatasaray mevcut.Bu teknik bilgiler dünkü karakteri kavramaya yetmez.Onun için maçın taktiksel analizini benden çok daha birikimli ‘Güzel İnsanlar’ dan okursunuz.

     Ben dün gece sadece imkansıza inanmış kocaman yürekler gördüm ve mucizeyi yaratmak için yalnızca ruha dokunmak gerektiğini bir kez daha hatırladım. Galatasaray’ın koyduğu karakterin dinletisi vicdanın mantığa karşı direnç hikayesiydi.

(19 Kasım 2011 Tarihinde www.basketbolhaber.com sitesinde yayımlanmıştır)

15 Kasım 2011 Salı

Bilge Miraç Atıcı üzerine...

www.miracatici.com




Biyografisinden Alıntı:
 Bilge Miraç ATICI (9 Şubat 1990, İzmir) kayıt ve miks mühendisi. 1999 yılında piano başında başladığı müzik hayatına; beste, düzenleme, kayıt ve miks yaparak devam etmektedir. 

   2008 yılına kadar, lise ve üniversite gruplarıyla Ankara’da birçok önemli bar, festival ve konserlerde sahne almıştır. Bu tarihten sonra freelance olarak çalışmaya başladığı Studio Feedback, müzik yaşantısına yön vermiştir. Sahne çalışmalarını azaltıp stüdyo müzisyenliği üzerine yoğunlaşmıştır. Aynı yıl içerisinde birçok albüm ve demo projesine altyapılarıyla destek vermiş, konserlerde yer almıştır.

    Ankara Üniversitesi Elektronik Mühendisliği’nde almaya başlamış olduğu eğitim sayesinde çalışmalarına hız vermiştir.  Stüdyoda kaydedilen projelerde kayıt ve mix asistanı olarak görev almıştır. Bu sırada Türkiye çapında düzenlenen ASUS Remix Yarışması’nda ilk 10’a kalmıştır. 

Yaşantısına Ankara’da,
Çalışmalarına Studio Feedback ve ev stüdyosunda, 
Eğitimine Elektronik Mühendisliği’nde devam etmektedir.

'Güzel İnsan' Miraç Atıcı'nın kısa bir süre önce hizmete sunduğu kendi çalışmalarını ve biyografisini kapsayan kişisel web sayfasından sonra ikinci bombayı teknoloji severler için güncel haberleri ve gelişmeleri içeren blog sayfasını tamamlayarak patlatmıştır. Bu önemli adama kulak kabartmakta fayda görüyorum. Yeni maceranda sonsuz başaraılar Üstad.




5 Kasım 2011 Cumartesi

Bizim Perşembemiz

Fenerbahçe Ülker-Sluc Nancy Basket 
    
Gruplar belli olduğu zaman Caja Laboral ve Olimpiakos Fenerbahçe’nin liderlik mücadelesindeki rakipleri olarak gözüküyordu. İlk iki hafta bu rakiplerine karşı verdiği mücadele de geçen seneye oranla çok iyi sinyaller alamadık Fenerbahçe’den. Olimpiakos maçına iyi başlayıp, iyi götürüp sonunu getirememek moral motivasyonu da etkiledi.
     Nancy karşısında ise çok daha farklı bir Fenerbahçe Ülker sahadaydı. Sefolosha yanarak başladı maça. Devre sonuna kadar önce üçlük yağmuru ardından da Kaya ve Oğuz’la pota altı birebirleriyle 55-34’lük devre skoru oluştu. Nancy’nin Batum üzerinden geri dönüş çabalarına Bogdanovic’in ‘hoş geldin partisi’ cevap verdi. Murat Kosova’nın “Nihayet Bogdanovic!” çığlıklarına karşılık köşeden bir üçlük daha yollayarak selamladı genç şutör. Sefolosha-Bogdanovic ikilisinin devreye giderken toplam 25 sayısı vardı. İlk iki maçta unuttuğumuz asistleri Emir sağolsun hatırladık ve 16 asistle soyunma odasına girdik. Geride bıraktığımız iki maçta toplam 15 asist yaptığımızı hatırlatayım da yanlış olmasın. Emir’de 6 asisti iliştirmişti yakasına.
     3.çeyrekte Fenerbahçe devreden dönmeyi unuttu. Ukic kenara gelirken 6 top kaybıyla birlikte oturdu benche. Nancy’ye kolay basket şansı verince çeyrek skoru 27-15, onların lehineydi. Ukic ve Jerrels takımın 2 vites altında kalınca hücumlarda guard zafiyeti  oluştu. Emir hücumları toparlamaya çalışsa da itinayla uyuttuğumuz Nancy’yi tekrar uyandırdık. Fransa ekibi Akingbala’nın yokluğunu bu maçta fazlasıyla hissetti. Nijeryalı pivot, Batum’un üzerindeki yüke hafifleten en önemli parçaydı.
     Son çeyreğe de Nancy’i izleyerek başladık, ki bir ara 24 sayı olan fark 11’e kadar indi. Spahıja’nın molasıyla takım dengesini yakaladık. Bu dakikadan sonra sahneye biri çıktı. Adı Sergey Mikhaylov. Hatırladınız mı? Çağrışım yapmadıysa Eurobasket 2011 Türkiye-Polonya maçı  diyeyim. Bir hücumda Polonya’ya teknik faullerle tam 8 sayı şansı veren hakem. Kaya Peker’e çaldığı teknik faulle tek hücumda farkı 5 sayıya kadar çekiverdi. Aslında bu düdük Fenerbahçe’yi ateşleyen kıvılcım oldu ve Kaya Peker-Ömer Onan ikilisinin gayretiyle maç sonunu 90-86 getirebildik.Bizim adımıza 27 asistin altını çizelim.
     Özellikle 3.çeyrek başından teknik faul düdüğüne kadar olan bölüm ciddi anlamda tedirginlik yarattı. Bu maçtan çıkarım yapacaksak bu dakikaları tekrar tekrar irdelemekte yarar var.
     Fenerbahçe kısmının son bölümünü taraftarlara ayırmak istedim. Geçen sene full çeken Sinan Erdem nere, bu akşam ki boş Abdi İpekçi nere? Takımın dengesi bu kadar pamuk ipliğinde gezinirken taraftarın takımı yalnız bırakması kabul edilebilir değil. Salona gelen basketbol severlere teşekkür etmekle beraber genel olarak basketbol maçlarında etkin bir kalabalık yaratamadığımızı söylemem gerek. Sadece Fenerbahçe ile ilgili bir problem değil. 2.çeyrekte Ukic’e çalınan teknik faul sonrası salonda çıt çıkmadı, derin bir sessizlik. Halbuki bu anlar taraftarın sahayı etki alanına aldığı anlardır. Bitmek bilmez bir uğultu ve yoğun bir destekle oyunun akışı bir anda değişebilir. Bkz: PIONIR Arena(Partizan), O.A.K.A Arena (Panathinaikos), NOKiA Arena (Maccabi Electra)

EA7 Emporio Armani Milano-Anadolu Efes 

     Anadolu Efes, geçen hafta Belgacom Spirou karşısında kimlik bunalımı geçirdikten sonra Milano’ya giderken karşısında çok kuvvetli bir takım bulacağının farkındaydı. ‘Eski toprak’ Drew Nicholas, Yunan ikili Bourousis-Fotsis, ‘Denver’ın çocuğu’ Gallinari, Malik Hairston ve sağ solu belli olmayan Omar Cook (geçen sene Valencia’dan referansı sağlam).
     Maça yıpratıcı savunmasıyla başladı Anadolu Efes ve hızlı bulduğu sayılarla skor farkını yarattı. Kinsey’nin ön alanda yaptığı gayretli savunma Milano tarafına top kayıpları olarak yansıdı. İlk çeyreği 22-9’la geçtik. 8 top kaybına zorladık rakibi ve 4 de top çaldık. Fenerbahçe Ülker Kinsey’yi nasıl elden çıkardı hala hayret ediyorum. İnanılmaz bir patlayıcı gücü var. Takımın ateşi onun sayesinde hep yüksek kalıyor. Ersan’ın kenara geldiği dönemlerde reboundlarda sıkıntı yaşadık. Savanovic istediği şutları sokamayınca bir ara Milano kıpırdanır gibi oldu. Ersan’ın oyuna dönüşüyle reboundları topladık, Tunçeri’de hücumda hazırladığı setlerle devreye 33-21’lik skorla girdik. Milano’nun 12 top kaybettiğini de ekleyelim.
     Soyunma odasından dönüşte Milano dengemizi bozmak için ön alanda baskı ve savunma sertliğiyle başladılar, kısmen de başardılar. Bir ara fırtınaya kapılır gibi olsak da İlievski’nin hazırladığı doğru oyunlarla ve topu hücumda dolaştırarak kontrolü ele aldık. Son çeyreğe de 11 sayı farkla 47-36 önde girdik.
     Çeyrek başında Milano hızlı basketler bularak 8-0’lık seri yakaladı. Mola dönüşünde Barac üzerinden bulunan sayılar ve Tunçeri faktörüyle bu kriz dakikalarını da savuşturduk, maçın sonunu da 62-54 getirdik.
     Maç boyunca Milano’nun 17 top kaybı ve 2/18’lik üç sayı isabet oranı onlar adına belirleyici oldu. Bizim tarafımızda ise gelecek adına umutlanmamız için birçok veri mevcut. Özellikle rakibin geri dönüş için attığı her adımı basketbolun doğrularıyla savuşturmasını bildik ve çok önemli bir karakter ortaya koyduk.
     Kağıt üstünde oluşan kalitenin sahada meyvelerini topluyor olması bizim adımıza mutluluk verici. Anadolu Efes’in sahip olması gereken karakter tam da bu. Biz doğrulardan sapmadığımız takdirde İstanbul’daki Final-Four bize çok yakın.
(4 Kasım 2011 Tarihinde www.basketbolhaber.com sitesinde yayımlanmıştır)

3 Kasım 2011 Perşembe

Siena Deplasman Sayılmaz

     Palaestra Arena’ya giderken Montepaschi Siena’yı orada devirmenin kolay olmadığını hepimiz tahmin edebiliyorduk. Galatasaray Medical Park için hedef maçları arasına Siena deplasmanını koymak insafsızlık olurdu. Takımın seviyesini görmek adına önemli ama olmazsa olmaz maçlardan biri değildi. Keza 103-77 mağlup ayrıldık İtalya’dan. Skora bakınca Siena’nın oyunu sürklase ettiğini söyleyebiliriz ki oyun genelinde de durum böyleydi.
     
     Madalyonun bize bakan kısmını iyi incelememiz gerekiyor. Abdi İpekçi’deki Unics maçıyla başlayıp Beko Basketbol Ligi’ndeki Karşıyaka karşılaşmasıyla devam eden bir düşüş gözlemleniyordu Galatasaray’da. Siena deplasmanının bu dönemin ardına denk gelmiş olması talihsizlik oldu.
    
     Oyunun hemen başında yüksek şut yüzdesi ile Siena hakimiyeti eline aldı. Özellikle Bo McCalleb’ın asistleri ve tepeden bulduğu üçlükle 5 dakika geride kalmışken fark 10 sayı oldu. Maç sonuna kadar da tek hanelere çekemedik farkı. İlk çeyrekte bizim adımıza hücum varyasyonları sıkışınca çeyrek sonu 30-16 olarak kapandı. Gordon ve Shumpert’ın oyunda olduğu dakikalarda skorda tutunabildik fakat Calleb kenardayken Rakocevic ve  Kaukenas sahneye çıktı. Siena takım olarak inanılmaz yüzdeli oynadı. 52% 2 sayılık, 55% 3 sayılık isabet yüzdesi yakaladılar.
     
     Devreden dönüşte ilk çeyreğe benzer bir oyunla Siena farkı 20’lere çıkarınca maçı kopardı diyebiliriz. Özellikle David Moss’un üçlükleri bizim direnç göstermemizin önüne geçti. Maç boyunca, en önemli hücum silahımız olan tepeden oynanan ikili oyunlarla da istikrarlı skor üretemedik. Savunmamızın gayretli olduğu dönemlerde Siena’nın şutları işlediği için vites artıracak olan direnci yaratamadık ve maç sonunda 103-77’lik skor ortaya çıktı.
    
     Neleri iyi yaptık? sorusuna ise maçın koptuğu anlarda disiplin zafiyetine uğrayıp Siena’yı izlemedik diyebiliriz. Oyunun her dakikasında arzulu ve hep sağlam adımlarla hücum etmeye çalışan bir takım vardı. Bu seviyede basketbol oynarken gelecek maçlar için bu önemliydi. Lakovic belki istediği pozisyonları bulamadı fakat özellikle savunmadaki gayreti takım konsantrasyonunu yukarıda tuttu.Bu maçta Pachulia olsaydı fark yaratabilirdi. Zaza sakatlıktan döndükten sonra gerek pota altı savunması ve reboundlarda gerekse sırtı dönük hücumlarda etkili olacaktır.

     Sözün özü endişe edilecek bir durum yok. Bu takım yenilgilerde pes etmek için değil buraları oynamak için Rytas’ı devirip geldi. Bir hafta sonra bizim için çok önemli olan Union Olimpija deplasmanı var ki grupta fark yaratabileceğimiz maçlardan biri. Bu maçtaki skoru unutup Olimpija’ya fokuslanmamız lazım.

(3 Kasım 2011 Tarihinde www.basketbolhaber.com sitesinde yayımlanmıştır)

1 Kasım 2011 Salı

Geçmiş Olsun Güzel Kardeşim

Antonio Cassano,mavi formayı bıraktıktan veya bırakmaya zorlandıktan sonra Pazzini'nin de gidişiyle Sampdoriamız küme düştü.
Çok ihmal ettik seni biliyorum.Sen bakma bize,dön bir an önce.Sen dön bak sözümüz olsun Milan maçı kaçırmayacağız.
Geçmiş olsun Cassano...

Euroleague'de Üç Fidan



Endişeye Mahal Yok
     Fenerbahçe Ülker-Caja Laboral maçında Abdi İpekçi’nin bu kadar boş kalması şaşırttı beni. Geçen sene Avrupa maçlarına büyük ilgi gösteriyordu sarı-lacivertliler. Bu sene kulüp olarak hassas bir dönemden geçiyorken basketbol şubesine daha sıkı sarılmalarını beklemiştim. Sanırım futbol,basketbol,kadınlar,erkekler maçları derken fikstür yoğunluğundan bu maçı es geçmiş olabilirler. İçerdeki diğer maçların dolacağından şüphem yok.
     Maça dönersek Ukic sakatlıktan sonra ritim yakalamaya başladığını ilk çeyrekte gösterdi. Gist transferi ve Vidmar’ın dönüşü pota altı savunması ve reboundlar için önemliydi. Gist’in inanılmaz bir atletizmi var ama genelde topu en yukardan çekerim mantığıyla box out yapmaya yeltenmiyor. Fenerbahçe Ülker savunmasını sertleştirdiği anlarda maçta öne fırlamayı başardı fakat savunma devamlılığında problemler yaşıyorlar. 2.çeyrekte Teletovic sokmaya başlayınca ibre Laboral lehine döndü. Fenerbahçe Ülker geçen seneki karakteri olan hücuma savunma yaparak başlama özelliğini iyice oturtmuş. Sezon ilerleyip takım biraz daha kuvvetlendiğinde savunma direncini maçın geneline yayarak galibiyetleri kolaylaştırırlar.
     Sefolosha’ya parantez açmakta yarar var. Ön alan savunmasına büyük canlılık getirdi daha ilk maçtan. Savunmada her topa elini sokuyor. Çok faydalı olacağını belli etti Thabo. 3.çeyrek başında Caja Laboral, Teletovic ve Prigioni liderliğinde skor olarak öne fırladı ki burada Prigioni’ye değinmeden yazıyı bitirirsek büyük ayıp ederiz. Arjantinli guard bu maçta kariyerinin 300. topunu çalarak titrini daha da kuvvetlendirdi. Müthiş bir savunmacı, hayran kalmamak elde değil. Maçı da 7 asist 6 top çalma ile tamamladı. Respect.
     4.çeyrekte yine savunmasını koklatan Fenerbahçe Ülker skora geri dönünce maçın sonu da el yakan toplara kaldı. 4.çeyrekteki geri dönüşte Jerrells’ın üçlükleri başrol oynadı. Bogdanovic ve Emir’den skor desteği alamayınca hücum varyasyonları tıkandı. Buna rağmen maçı uzatma şansı Ömer’in eline geldi fakat olmadı. İstatistik kağıdına baktığımızda maçı Fenerbahçe’den alıp Caja Laboral’a götüren unsur asistler olmuş. Takım olarak Laboral 14 asist yaparken Fenerbahçe Ülker sadece 5 asist yapabilmiş.
     Fenerbahçe Ülker’in sezon başı olması neticesinde ufak teknik problemleri var. Uzunların savunmada adam paylaşımı, tepeden oynanan ikili oyunlara karşı alan boşluğu gibi ufak ama belirleyici hatalar göze çarpıyor. Yani sezon ilerledikçe bunların hepsi silinecektir. İçeride Caja Laboral’a kaybetmek hoş olmadı tabii ama diri bir Fenerbahçe Ülker İspanya’dan galibiyet çıkartacaktır. Liderlik için umutları söndürmeye gerek yok.
9 da 9’un keyfi
     Galatasaray Medical Park, hepimizin malumu Euroleague’e eleme grubundan gelerek tarihinde ilk kez gruplarda oynama şansı yakaladı. İlk maçında da Polonya’da Asseco Prokom deplasmanıyla açılışı yaptı. Hem de ne açılış. Eleme grubu, Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası, Beko Basketbol Ligi derken geride kalan 8 maçında senelerce hatırlanacak birçok anı ve zafer biriktirerek Prokom karşısına çıktı.

     Belki forma ilk kez bu arenaya çıkıyor ama kadronun barındırdığı oyuncu kalitesi ve teknik kadro buraları iyi biliyor. Gerçi ben forma tecrübesine de fazlasıyla inananlardanım.
     Prokom karşısında oyuna hızlı başladı Galatasaray MP. Lakovic maç boyunca gelecek olan üçlük yağmurunun habercilerini yolladı. Savunmada belli bir standart yakalayan takım Zaza’nın oyuna girmesiyle fena bocaladı. Bir de Prokom baktı ki dış şutlar girmiyor pota altında uzunları bire bir bırakarak sayı üretmeye başladı. Zaza faydalı olacak ama biraz zamana ihtiyacı var. Mahmudi’nin ilk molasında ‘everybody rebound’ telkini ilk çeyrekte iş gördü. 2.çeyrekle beraber hücum tıkanınca top kayıpları geldi. Prokom bu süreyi iyi değerlendirince devreyi önde kapattı.
     Bu senenin belirgin özelliği de Oktay Mahmudi’nin devreden dönüşlerde takımını sonsuz konsantrasyonla oyuna göndermesi. Galatasaray MP devre dönüşünde inanılmaz bir karakter koydu ortaya. Müdafaa da 2 vites birden yukarı fırlayan takımda Gordon’da skor yüküne katkı yapınca fark 12’ye kadar çıktı. 3.çeyrekte Prokom’a sadece 11 sayı şansı verdi Galatasaray MP savunması. Bu arada Lakovic boşluğu bulduğu anda yağdırmaya devam ediyor.
     Galatasaray MP 4.çeyrek başında da ritmini koruyunca fark 18’e kadar fırladı. Bu dakikadan sonra resmen korku tüneline girdik. Bütün varyasyonlar durdu sanki takım soyunma odasına gitmiş gibiydi. 18 sayılık fark 6 dakikada eriyince maçın sonuna eşitlikle girildi. Lakovic’in aldığı çok kritik faul den sonra savunma direnci geri geldi ve tünelin sonunu görebildik.
     Maçı bize getiren unsur üç sayının gerisi oldu. Prokom çizgi gerisinden 18 denemede sadece 3 isabet yakalarken, Galatasaray MP 10/24 (41.6%) ile oynadı. Lakovic 6/7 üç sayı ve 4 asistle galibiyetin başrolündeydi.
     Galatasaray MP’nin maç içindeki konsantrasyon düşüşleri oyunu krize soktu. Ya müthiş ivmeleniyoruz ya da kontak kapatıyoruz. Bu geçişleri biraz daha ortalayabilirse takım, maç içindeki devamlılığı adına önemli olacak. Bunun dışında yukarıda söylediğimiz gibi Zaza’nın da takıma uyumu ile reboundlara yapacağı katkı büyük fayda getirecektir. Bu kadar güzel başlangıç yapan takım beklentileri de çok yukarı çekti. Mahmudi’nin ekibi kendinden emin ve kupaları özlemişler. Bizde tabii.
Anadolu Efes ile geleceğe dönüş
     Geçen sezonki görüntüsünden sonra Ufuk Sarıca’nın çevresine yapılandı Efes. Tunçeri Sinan Gönlüm gibi emektarların yanına görev adamları birer birer yerleştirildi ve kağıt üstünde muazzam bir takım oluşturuldu.
     Avrupa sezonunu taraftar baskısı anlamında belki de en zor deplasmanda açtılar. Partizan taraftarının takımını desteklemenin yanında oyun bilgisiyle oyuncuları yönlendirdiği de bilinir. Takımı dönem dönem uğultularla uyardıkları da oluyor yanlış şut tercihlerinde.
     Pekovic’in memlekete dönmesiyle birlikte ilk çeyreğe hızlı başladılar. Biz de ise gününde bir Tunçeri sahnedeydi. Maç sonuna kadar setleri ince ince işledi. Tunçeri-İlievski ikilisi bu yapıyı kolaylıkla oynatırlar sene boyunca. Devre sonuna kadar iki takımda savunmada resmen uyudular. Bu basketbol seviyesi için oldukça fazla sayı oldu ve devreye 48-45 önde girdik. Özellikle Pekovic’in kenarda olduğu bölümleri iyi değerlendirdik. Sağolsun Pekovic, Barac’ı 3 Batista’yı 2 Ermal’i 2 faulle soyunma odasına yolladı.
     Ufuk Hoca devrede savunma adına güzel hırpalamış olmalı ki, takım 3.çeyreğe müthiş savunma direnci ile başladı. Özellikle Kinsey ve Ersan’nın istekli oyunu bu direnci daha da yukarı taşıdı. Ersan’a biraz değinmekte yarar var. Sahadaki duruşu, tavırları, olmak istediği yerdeymiş görüntüsü veriyor. Morali yüksek olunca da oyununa yansıyor. Bu sene büyük işler yapacağı kesin. Anadolu Efes bu çeyrekte Partizan’a yalnızca 6 sayı şansı verince son çeyreğe 17 sayı farkla 51-68 önde girdi.
     Son çeyrekte de dengeli oyunu muhafaza eden Anadolu Efes deplasmandan galibiyetle döndü. Oyunun hücumda sıkıştığı noktalarda Dusko Savanovic’i seyretmenizi tavsiye ederim. Skor potansiyeli muazzam. Maç boyunca kontrolün biz de olmasını sağlayan unsur ise 13 top çalmış olmamız. Bunun yanında Partizan’da 20 top kaybedince oyun lehimize şekillendi.
     Anadolu Efes’in parçaları harika bu parçalarla birlikte ortaya çıkan puzzle ise İstanbul’daki Final Four’u işaret ediyor.
     (21 Ekim 2011 Tarihinde www.basketbolhaber.com sitesinde yayımlanmıştır)

13 Ekim 2011 Perşembe

Bahçedeki Fidanı Yıkan Top...Deplase Keyifler 'Nesil'



Ankara'nın ara sokakları uygundur iki taş dikip kale yapmaya.Hatta son dönemlerde futbolumuzun genel sorunu olarak dikine oynayabilen orta saha oyuncusu bulamıyoruz sitemlerine şaşırıyorum.Sokaklar zaten dardı,istesen sağdan alıp sola veremiyordun.Hep dikine oynamak zorundaydık.Bir sokak maçında da direğin üzerinden geçen top tartışılmasın.Deplase Keyifler bu bölümünde birazda buna değinmiş.'Sokak Futbolu'.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Filler ve Çimen


       Tahmin ettiğimiz ama pek de konduramadığımız erteleme kararı maalesef ki oyuncular birliği ve takım sahipleri toplantı masasından çıktı. Geçen hafta sonu anlaşma sağlanamamasıyla birlikte Nba’de ligin 1-14 Kasım arasındaki maçların erteleneceği kesinleşmişti. Ancak toplantı programında olmamasına rağmen taraflar 2 gün önce TSİ 21:00’de acil durum konumuna geçtiler.Herkes gibi onlarda farkındadır ki ligin oynanmıyor olması kimsenin yararına değil.Bu ani toplantı haberleri de bizim ağzımıza bir parmak bal çalmaktan öte değilmiş.5 saatten fazla süren görüşmede ileri doğru tek adım bile atılmamış.Merak ediyor insan 5 saat içerde n’apıyorsunuz beyler?

     Yaz başında Lokavt kararı çıktığında Amerika basını gibi biz de temel anlaşmazlık noktası olarak gelir dağılımı olduğunu düşünüyorduk. Gelir dağılımında oyuncular %54’ün altına kabul etmiyor, takım sahipleri ise %50 ye çekmeye çalışıyorlardı. Son toplantıdaki gelişmeler gösterdi ki kimsenin %50 paylaşımına tamah ettiği yokmuş. Öyle ki görüşmelerdeki tıkanıklığın ana sebebi gelir paylaşımı bile değilmiş. Ağabeylerin anlaşamadığı noktalar sistem üzerineymiş.

     Takım sahiplerinin Hard cap uygulaması teklifine hiddetle karşı çıkmış patron Fisher ve yancı Hunter. Hard cap bugüne kadar uygulanan Soft cap’in aksine maaş kotasının kesinlikle aşılamama durumudur. Oyunculardan veto yiyen bu tekliften sonra takım sahipleri lüks vergisi cezasının düzenlenmesi üzerine bir teklif daha getirmiş. Öyle ki bu düzenlemeler zengin takımların yoluna taş koymak üzerine kurulu bir plan. Geçen senelerdeki uygulama maaş kotasının aşılması durumunda 1$ karışında 1$, teklif edilen ise 1$ karşısında 1,75$ olarak belirlenmiş ki bu da 5M$ sınırına kadar.5M$ sonrasında ise dolar başına 50 cent artırım olması isteniyormuş.

     Bizim bu durumdan çıkaracağımız fillerin daha hangi çayırlarda tepişeceğine karar verememiş olmaları. Biz çimenler olarak da ağzımızın suyu akarak ligin başlamasını bekleyelim.Bundan sonra Lokavt süresince daha da tatlanan Avrupa basketbolu üzerine biraz daha kafa patlatmakta yarar var.
(12 Ekim 2011 tarihinde www.basketbolhaber.com'da yayımlanmıştır.)

28 Eylül 2011 Çarşamba

Yere 'Düşünce'

Sırbistan’ı son saniyede Kerem’in turnikesiyle devirip geçen sene finale yürüdüğümüzde, Murat Murathanoğlu’nun tam 12 kere “Kerem Tunçeri !!!” feryadını dinledik. Bizler de Kerem için farklı düşünmedik o gece. Daha da fazla haykırdık omuzlarımızdayken. Tam 1 sene geçti ve Kerem’in, Hidayet’in, Ersan’ın kalemleri kırıldı. Evet, ülke olarak sevinci de öfkeyi de uçlarda yaşıyoruz. “Bizim yapımız bu” deyip işin içinden sıyrılmayı da pekala biliyoruz. Peki bugüne kadar bunun bize getirisi ne oldu? Hiç!
Biz 2002 Dünya Kupası’nda 3. olan milli futbol takımımızı senelerce dünya 3.sü olarak gazladık. Şimdi de aynı tarife milli takım için uygulanıyor. Yine enfes bir başarının ardından bir sene sonra elimizdekine bakıyoruz ve yine avuçlarımız boş. Suçlu kim? Bir de bu ‘suçlu bulma’ fetişi var. Bayılıyoruz birilerini idam etmeye.
Diğer turnuvalarda olduğu gibi Litvanya’daki başarısızlığın da suçlusu yok. Başarısızlıkların sorumluları pek tabii ki olur. Antrenör, oyuncular, basın, taraftar. Mesele nerede yanlış yaptığımızı iyi irdelemekte. Mazeretlerin ardına saklanıp günah keçisi çıkararak durumu ört bas etmek asla çözüm olmamalı.
Peki Yanlış Nerede?
          Fransa maçından önce Lé Quipe gazetesinde Türkiye ile ilgili verilen teknik bilgilerde ‘Seyircisiz oynayamıyorlar’ maddesi yer aldı. Takım olarak Türkiye formasıyla dolu, bangır bangır 12 dev adamın çalındığı salonlarda 3-4 seviye birden atladığımız doğru, yalnız ülke dışından bakıldığında bunun teknik bir handikapımız olarak gözükmesi üzerine kafa patlatmalıyız.
Enes ve Emir’i kenara ayırırsak takım olarak formsuz olduğumuz aşikar. Savunma konsantrasyonu Polonya maçı dışında alıştığımız gibiydi. En üst düzeyde. Fransa, İspanya, Almanya ve Sırbistan’ı ortalamalarının 10-15 sayı aşağısında tutabildik ama rakibin önüne geçecek adımı bir türlü atamadık. Şutlar girmedi, serbest atışlar kaçtı, hücum varyasyonları işlemedi, el üstü zorladık vs… Takımın genel özelliği olarak savunma işledikçe hücumda o kadar yukarıdan oynuyoruz fakat bu turnuvada çalınan top veya alınan rebound sonrası rakibe mola getirecek hızlı basketi bir türlü üretemedik. Bu da rakibin direncini hep yukarıda tuttu.
Bizim için hayati önem taşıyan Sırbistan maçında, sadece 5 asist yaparak ve 3/17(17.6%) ile 3 sayı isabeti bularak ne kadar konsantre olamadığımız ortada. Bu durumu açıklamak gerçekten çok güç.
Serbest atış meselesi sanki ilk defa kaçırıyormuşuzcasına ülkede infial yarattı. O çok övündüğümüz geçen sene, 60,1% başarılı atış yaparken bu sene 64,6%’ya çıkarmışız. Geçen seneki hücum performansımızı bu sene aşağı çeken ise 3 sayı çizgisinin gerisi oldu. 2010 Eylül’ünde 42,9% ile bu alanda turnuvanın 1. iken 2011 de 27,5% isabet oranı ile 24 takım arasında 20. sıradayız.
Beklentilerimizin hep yüksek olduğu iki isim,Tunçeri ve Hidayet bu turnuvada gerçekten tanınmaz haldeydiler. Kerem 2001 de olduğu gibi yine zayıf noktamız görünümündeydi. Hidayet, imzası olan geriye çekilip atışlarını sokamıyor, savunmacısının yanına vurup içeriyi zorlamıyor/zorlayamıyor ve onun bu görüntüsü infazı için bazılarına yeterli oluyor. Formsuz olmadıklarını söylemek ahmaklık olur fakat yukarıdaki istatistikler takım olarak aşağıda olduğumuzu ortaya koyuyor.
Orhun Ene Meselesi
          Tanjevic, Milli Takımlar Genel Koordinatörlüğü koltuğuna oturduktan sonra yardımcısı Orhun Ene’nin takımın başına getirilmesi spor basınını gayet memnun etmişti. Ne de olsa yapıyı en iyi tanıyan isimlerden biriydi. Peki bugün ne değişti de Ene topun ağzına kondu? Aslında hiç bir şey değişmedi. Biz yine spor yorumculuğundan ziyade ‘skor’ yorumculuğu yaptığımızdan bizim için yegane zanlı Orhun Ene’dir!
Başarısızlıkta koçun da elbette sorumluluğu büyüktür. Göze çarpan birçok analiz var. Son top oyununu çizme tercihleri, oyuncu değişiklikleri, molaları… Bu serzenişlerin hepsi bir yere kadar haklı olabilir ancak Ene’nin milli takım başındaki yalnızca 8. resmi maçına çıktığını unutuyoruz. “Bu kadar tecrübesiz adamla gidersek olacağı bu.” söylemlerine karşılık olarak Orhun Ene bu göreve atandığında nerdeydiniz diye sormazlar mı adama? Bogdan Tanjevic’in başarıyı getirmesi için tam 6 sene bekledik. Orhun Hoca sizce bunu hak etmiyor mu? İstikrarın getirileriyle ilgili burada methiye düzmenin alemi yok.
Bana göre bizi Litvanya’da tökezleten en önemli konu kadro tercihi. Kerem Gönlüm ve Semih Erden’in kadrodan çıkarılmaları sonucu İzzet Türkyılmaz’ı götürdük. Sinan’ın da ameliyat sonrası istediği seviyeye gelememesi turnuvada rotasyonu 8 kişiye çekti. Cenk ve Oğuz yıllardır bu forma altında olmalarına rağmen bir türlü yüksek performans veremediler, süreleri de hep belli ölçülerde kaldı. Cenk, bir vites yukarda oynamasına rağmen beklenti bu değildi.
Tunçeri’nin bu kadar formsuz olabileceğini tabiî ki tahmin edemezdik ancak senelerdir süre gelen 1 numara pozisyonu için hep tetikte olmalıyız. Neden Doğuş gitmedi? Barış niye yok? Hani Furkan? (ki uzun rotasyonu için) Doğuş’un savunma yönü çok kuvvetli, belki Parker’ı durdurabilirdi evet ama hücum için gereken kan olduğunu hiç sanmıyorum. Keza Barış Ermiş Banvit’te çok iyi bir sezon geçirdi fakat hazırlık maçlarında o patlayıcı gücü göremedik. Furkan için mızmızlananlar ise onun bu yaz 20 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası oynadığını ıskalıyor gibiler. O kadroda Ender ve Tunçeri’ye alternatif olabilecek tek isim Tutku Açık’tı. Ha Tutku gelse takımı alır götürür mü bilinmez. Bunların hepsi enine boyuna irdelenmeli ve önümüzdeki seneler için önemli dersler çıkarılmalı.
Bu çocuklar hem karakterleriyle hem de sporcu kimlikleriyle olimpiyatları hak ediyorlardı ama olmadı.2012 tarihin son olimpiyatları da olmayacak. 5 sene sonra yine olimpiyat oyunları var ve bizim için yine umuda tutunacak bir zeytin dalı mevcut. Biz yeter ki o idam sehpalarını oradan kaldıralım.
(14 Eylül 2011 Tarihinde www.basketbolhaber.com'da yayımlanmıştır.)

13 Eylül 2011 Salı

Tanrı Kraliçeyi Korusun

Geçtiğimiz bir haftada yaşadığımız duygusal karmaşayı uzun zamandır yaşamamıştık. 12 Dev Adam, geçtiğimiz turnuvalarda zaman zaman tökezler gibi olup turladıkları çok olmuştu fakat bu seferki biraz fazla korkuttu. 
Hafif bir değerlendirme yapmak gerekirse ilk iki maçı beklediğimiz gibi rahat geçtik. Öyle ki Britanya maçının biraz kaşıntı yapmasını bekliyorduk ama savunma disiplini, elimizi oyunda fazlasıyla güçlendirdi.
 Litvanya virajını çok iyi dönüyorduk fakat basketbol şansı yanımızda olmayınca elimizdeki maç avuçlarımızdan kaydı. Emir’in turnikesi çemberde sekip içeri düşse grubun senaryosu çok farklı olurdu. Grubumuzdaki 4. maça çıkarken ne oyuncularımız ne de televizyon başındaki bizler kabusa yattığımızın farkında olamadık. Savunmada hiç olmadığımız kadar disiplinsiz, hücumda ise doğru setler yerine el üstü şutlar devrede olunca, bir de Polonya’nın isabet yüzdesi fırlayınca, bizim moral motivasyon yerlerde rakipte ise direnç zirvede. 

Basketbol tarihine geçecek olan skandal hakem kararına çok değinmek istemiyorum, Murat Murathanoğlu gerekli giydirmeleri yayında yaptı zaten. Biz de hakem konuşursak esastan saparız ve önümüzü görmek daha da zorlaşır. Polonya maçı sonrası Kerem Tunçeri, Hidayet Türkoğlu ve Orhun Ene için idam sehpaları kuruldu ve birer birer infaz edildiler sosyal platformlarda. Artık şaşırmıyoruz bu uçlarda gezinen değişken tepkilere.

Yine basketbol tarihimizin epik hikayelerinden biri gerçekleşti 5 Eylül 2011 günü. Bu sefer biraz farklıydı. Hikayenin giriş bölümünü bizim yerimize Luhol Deng ve Büyük Britanya yazdı: “Tanrı kraliçeyi korusun”. Ömer ve Hidayet gerekli güzellikleri Deng’e bizim adımıza yapacaklardır, şüphem yok. Britanya kalemi bize devrettiğinde hikayeyi ilgi çekici kılan kısmı el emeği göz nuruyla tamamladık. İspanya karşısına psikolojik bunalımla çıktık desek yeridir. İlk iki çeyrekte de bu durumu takım üzerinde gözlemledik. Ancak o son çeyrek savunması her şeye bedeldi. İspanya’ya yalnızca 2 sayı şansı vermek ne demek? 

Takımın geçen seneden farkı ne diye bakacak olursak, göze çarpan en önemli kişi Emir Preldzic. Ersan’ın ve Hidayet’in devreye giremediği yerde gereken sorumluluğu eli titremeden alıyor. Takım için büyük kazanç oldu. Enes, her geçen maçta hem basketbola hem kırmızı formaya alışıyor hem de kendi potansiyelini keşfediyor. Tunçeri, Litvanya maçında yediği dirsekten sonra ciddi anlamda tökezledi fakat onun varlığı saha içinde takımı rahatlatıyor. Ender, Tunçeri’nin misyonunu güzel tamamladı. Orhun Ene’nin ilk maçları olduğunu unutup çok yıpratıyoruz koçu. Bu yapıyı yaratan ve tanıyan isimlerden biriydi ve takımın başına geçmesi en doğru karardı. Orhun Ene güzel işler yapacak, bizden istediği tek şey ise SABIR.
(7 Eylül 2011 / www.basketbolhaber.com)

30 Ağustos 2011 Salı

İnanmazsak Başaramayız

Basketbol Milli Takımımızı  en son bıraktığımızda 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası  ikincilik kürsüsünde gümüş madalyaları boyunlarına geçiriyorlardı.Bu memleket topraklarında gelen Sırbistan,Slovenya,Fransa zaferlerinden sonra haftaya başlayacak olan 2011 Avrupa Basketbol Şampiyonası için beklentinin adı sadece Şampiyonluk oldu.Biraz daha işi içerden takip edenler içinse ikincilikle gelecek olan olimpiyat bileti en önemli hedef.

Sene içinde bu kadro neler yapmış,önümüzü görebilmek için bunun analiziyle başlayalım.Öncelikle hem kadroya yeni katılan hem de gelecek senelerin sermayesi İzzet Türkyılmaz,Furkan Aldemir,Emir Preldzic,Doğuş Balbay ve tabii ki Enes Kanter’le başlayalım.İzzet,Orhun Ene’nin Banvit’te kendi elleriyle işlediği ve pota altı için ilerde kusursuz bir uzun olacağı beklenen genç kardeşimiz.Onun şimdiden kadroda olması formaya alışkanlık adına önemli.Aynı kelimeler Furkan için de yeteri kadar anlamlı ancak Furkan bu sene Galatasaray’a büyük beklentiyle transfer oldu.Onun omuzlarındaki sorumluluk biraz daha fazla.Furkan’ın U20 şampiyonasındaki performansı gelecek adına güzel sinyaller verdi.Furkan’ı önümüzdeki sene içinde dikkatle izlenilmesini öneriyorum.

Emir’in bu formayı giyebilmesi için yoğun mesai harcandı.O’da kırmızı formayı giyerken bunun bilincinde olduğunu geçtiğimiz hazırlık turnuvalarında göstermeye çalıştı.Emir,bu takım için çok önemli bir tamamlayıcı unsur.Takımın tıkandığı yerlerde kenardan gelip kilidi açabilecek oyuncu.Şampiyona’da Emir’e dikkat,iş yapacak.Doğuş Balbay,geçen sezon Texas formasıyla yılın savunmacısı ve yılın uluslararası oyuncu ödülünü alırken arkalardan da olsa NBA draftında iş yapar diyorduk,yanılmışız.Doğuş’un savunmasını izlerken yorulmamak elde değil ama hücum konusunda oldukça sıkıntılı.Önümüzdeki sene Beko Basketbol Ligi’nde elde edeceği tecrübe ileri de milli takım formasına da sirayet edecektir.

Formayı sırtına yeni geçirenler arasında en çok merak edilen,hem Amerika hem de bizim memlekette en çok gazlanan isim o,Enes Kanter.Onu Fenerbahçe’den beri takip edenler bilir ki hakkında söylenen her şey doğru.Enes’in 2 senedir parkeye çıkmadığını unutup,bu gazlamalarla onu yerden yere vuranların bundan 2 sene sonra Enes’le gururlanmaya hakkı olacak mı merak ediyorum.92 doğumlu ve omuzlarındaki yükün binde birini taşımayan aklı selim(!) basketbol severler gelişi güzel sallamaya devam ediyorlar.Enes Kanter Türkiye’de bu sporun geleceğidir,O’na sahip çıkmak bir mecburiyettir.

Geçen senenin kahramanlarını  incelemeye kısalardan başlayalım.Barış Ermiş,Orhun Ene’yle birlikte Banvit’te oldukça başarılı bir sezon geçirdi ve hazır geldi takıma.Efes’in kısaları ise çok da hoş bir sezon geçirmedi.Özellikle takımın kimyası uyuşmadığından ve takımın bir “B” planı olmadığından Tunçeri,Ender,Sinan ve Cenk’in sezon performanslarından memnun olduklarını söylemek güç.Ömer Onan,FBÜ ile yine büyüledi.Ömer’in kariyerindeki en verimli sezondu ve önümüzdeki turnuvada moral motivasyon olarak kuvvetli oyuncularımızdan biri.Verimlilik açısından Ömer’den bir şeyler bekleyeceksek o sene bu senedir.Oğuz Savaş kırmızı formaya artık alıştı ve ilk 5 uzunlarının tamamlayıcısı olarak en konsantre haliyle görev beklediğini görebiliyoruz.Diğer tamamlayıcı unsurumuz Kerem Gönlüm maalesef sakatlandı ve turnuvada ondan yararlanamayacağız.Kerem bizim için önemli ve en kısa zamanda iyileşmesini diliyorum.

Son olarak takımın ana arterleri ve bizi şampiyonluğa götürecek takımın omurgası Hidayet,Ersan,Ömer Aşık,Semih.Hidayet Suns’tan koşarak geldiği Magic’te kendi ortalamasının altına düşmese de takım olarak iyi değillerdi.Olimpiyatlara en motive isim Hidayet.Onun için “Litvanya’da Son Tango” filmi çekilebilir.Elindeki bütün malzemeyi burada zafer için kullanacaktır.Ersan,Bucks’ta istediğini bir türlü alamadı,süreleri gayet makul limitlerde ancak mutlu olmadığı aşikar.Şampiyona öncesi Efes’le imzalaması onun morali açısından güzel oldu.O,oynadığında “Ersan İlyasova’yı izlemek kadar büyük bir keyif yok.”.Ömer Aşık beklediğimizden çok daha iyiydi Bulls’ta.Bir kaç sene sonra NBA’in en değerli 3 isminden biri olacak,dedi dersiniz.Turnuvada hava harekatını yöneten iki yıldızımızdan biri olacak ve şampiyonluğu bize pota altı getirecek.Sadece sakatlıklara dikkat!Harekatın diğer ismi Semih ise omzuyla sıkıntılar yaşadı sene içinde.Celtics’te müthiş bir ritim yakalamıştı ancak o talihsiz takas hem onu hem de bizi oldukça üzdü.Semih bir şeyleri kanıtlamak için bu turnuvaya asılacaktır.Onun için tek temennimiz “Aman sakatlıklar uzak kalsın.”.

Kadro analizinden sonra biraz da hazırlık turnuvaları sonrası gelen tepkiler için iki kelam etmek gerek.Millet olarak bakış açımızı değiştirmedikçe hava gazı başarılara mahkum kalacağız.Bu forma için mücadele veren her isim de canını dişine takıyor ama maruz kaldıkları eleştiriler arasında “mücadele etmiyorlar,bilerek oynamıyorlar” gibi safsatalar yer alıyor.Her branşta olduğu gibi basketbolcularımıza da inançlarımızı kaybedersek onların başarılı olmasının önüne geçmiş oluruz.Hazırlıklara tahammülümüz yok.Bir çok kimse bilmiyor ki 2010 da gelen başarının arkasında ilk hazırlık turnuvasını 3 de 0’la galibiyetsiz bitirdik.Oturduğumuz yerden ahkam kesmek ata sporumuzmuş gibi davranıyoruz.Bu çocuklara güvenelim ve başarı için inanç depolayalım,yapmamız gereken tek şey bu.

Sosyolojik çözümlemeden sonra bir de işin teknik kısmını nacizane değerlendirmek gerek.İzmir’deki turnuvada hem savunma hem de hücumda çok tutuktu takım.Bir de yeni oyuncuların ve sakatların olması bu durumu perçinledi.Almanya’daki ikinci turnuvamızda ise sakatların dönmesi ve yenilerin formaya biraz da olsa alışmasıyla savunma toparlandı.Özellikle Semih ve Ömer Aşık’ın dönmesiyle boyalı alan savunması yerine oturdu.Hücum ise hala sıkıntılı.Belirli aralıklarla vites yükseltip açılan arayı kapatıyoruz ama devamlılık yerlerde.Bence Ersan’ı her şekilde hücumda oyunun içinde tutmamız gerek.Hidayet ve Tunçeri hücumları Ersan üzerinden yürütmeye çalışsa da hep tıkanıyoruz.Emir burada çok önem taşıyor.Ersan’ın üzerindeki baskıyı alabilirse hücum varyasyonları genişler.

Her ne olursa olsun onlar bizim evlatlarımız ve bu bayrağı en tepeye dikmek hepimizden çok onların arzusu.Orhun Hoca’nın kredisi bizde sonsuz olmalı.Bu takımın temelinde tuğlaları döşeyen isimlerin başında o geliyor.Bu takım oradan olimpiyat vizesini alacak ve Londra 2012 bu 12 dev yüreği konuşacak.Ha olurda istediğimizi alamazsak hepsiyle gururlanmak için 2010’a bakmak yeterli olacak.

(25 Ağustos 2011'de www.nbatr.com da yayımlanmıştır)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Baba Gündüz'den yadigar...


Sinyor Casimiro Vizzini
Palermo Union Sportiva Kulübü Başkanı
Palermo İtalya
17.7.1961, İstanbul

Sayın Sinyor,
Sizinle tanışmıyoruz. Hemen kendimi tanıtmam lazım. Ben Galatasaray Futbol Takımı'nın meneceriyim. Yani Metin Oktay'ın eski meneceri. Artık Metin Palermolu oldu. Kaç günden beri kulübünüzle anlaşma hikâyelerini, gazetelerde okuyor, resimlerini görüyoruz. Fakat bilmem nedense anlaşılmaz derecede katılaşan, uyuşan hislerimle, olanları bir türlü değerlendiremiyordum. Bugün, Metin memleketimizdeki erişilmez şöhretinin içlerinden gelerek, inanarak başyazıcıları olmuş Türk basını mensuplarına bir veda ziyafeti verdi.

Ben de davetliydim. Hepimiz görünüşte çok neşeliydik. Amma, hepimiz de hissediyorduk ki, bu içlerimizi sızlatan, müşterek bir acıyı örtmeye çalışan yapmacık, feragat dokulu ve son derecede rutubetli bir neşe idi. Nitekim Metin toplantının sonlarında birdenbire sararan bir yüzle ayağa kalktı. Gözlerindeki nem damlalaşarak boşanmasın diye, kendini tuta tuta titrek bir sesle konuştu.

Memleketinden, anasından, kulübünden, arkadaşlarından ayrılmanın, yapayalnızlığın, yabancılığın soğuk koynuna atılmanın üzüntülerini öyle duyarak anlatıyor, oralarda da onu yalnız bırakmamamız için öyle çocuğumsu yalvarıyordu ki, sizinle yaptığı görüşmelere, hatta resmi mukaveleye rağmen, hâlâ donuk, inanamaz kalmış içim birdenbire kopasıya burkuluverdi. Metin sahiden gidiyordu.

Hayır! Hudutsuz kederimin size kırılmaya kadar genişleyebileceğini düşünmeyin sakın. Zira serinkanlı düşünebildikçe biliyorum ki zamanı gelince azı diş eti yarar, çıkar. Su kaynayınca kabından taşar. Evlat da kısmeti çıkınca evden kaçar. Bütün bunlara da kimse mani olamaz. Kısmet dedim de aklıma geliverdi. Ne yalan söyleyeyim, size karşılık şimdi hakiki duygumuz da, sevgili oğlumuzu iç güveyliğine kabullenen zengin bir kayınpedere karşı duyulabilecek kekremsi hislerden pek de farklı değil doğrusu.

Ah sinyor! Belki, sizce basit bir mukavele ile bağladığınız o insanın size neler kazandırdığını ve kazandıracağını katiyen bilemezsiniz.
Mükemmel bir futbolcu. Her sezon riyazi (aritmetik) bir katiyet gibi, söylediği kadar gol atan bir futbol kralı. Gençliğine rağmen inanılmaz derecede olgun, karakter sahibi bir insan.

Herkese yardıma hazır bir hayırsever. Hayır, hayır, bütün bunlar hiçbir şey değil. Siz Palermo'ya hiçbir kulübe nasip olmayan muazzam bir taraftar kitlesi kazandırıverdiniz. Şimdi Palermo Union Sportiva'ya kalben bağlı otuz milyon Türk taraftarınız var, inanın.
Küçücük Türk yavrularından tutun da, beli bükük ihtiyar Türk ninelerine kadar Metin'in başarısına dua edecek, Metin'in atacağı golleri gözleyecek, dolayısıyla Palermo'nun zaferlerini bekleyecek otuz milyon Türk dostunuz var artık. Siz bu kadar üzerinde titrenen bir kıymete sahip olduğunuzu nereden bilebilirsiniz ki. Ne olur, ona iyi bakın. Ona babacan davranın. Ne kadar büyürse büyüsün, daima sevgiye, şefkate muhtaçtır Metin. Belki de muhitine cömertçe dağıttığı sevgi ve şefkat akümülatörlerini şarj edebilmek için.

Eminim ki birkaç yıl sonra, memleket hasretine dayanamayıp vatanının sahalarına koşacak olan Metin'in arkasından siz de bana tıpkı benim gibi gözyaşlarınızla ıslatacağınız bir mektup yollayacak ve hislerimi o zaman daha iyi anlayacaksınız. Metinimiz İtalya'da Allah'tan sonra size emanet sinyor.

Sevgi ve saygılarımla.
Gündüz Kılıç


Gündüz BABA bu satırları 61’de Metin için karalarken ki duygularını bize emanet bırakmış Arda için.Metin Oktay aşkıyla sarının yanına kırmızıyı kondurduk.Kondurdukta kralı tanımaya anlamaya fırsat bulamadık,fena ıskaladı bizim nesil 10’u.Bu mektubu Okay Karacan’ın sesinden dinlediğimde göz pınarlarımı ıslatmadı değil ama Bizim çocuğu Kırmızı-Beyaz forma içinde görünce aklıma düşen ilk görüntü Gündüz BABA’nın mektubu oldu.İşte o vakit anladım Babamı.O an özlemeye başladım Arda’yı.

Bizim çocuğu çok yıprattılar burada,sabrını sınadılar.Metin gibi kırılgan gitmedi.Koşarak kaçarcasına,çok sevdiği parçalısını uzaktan sevmek için gitti.Burada Galatasaraylılığını sorgulattılar ona.Kimin haddine ki?Arda şimdi Madrid’de.Biliyorum ki keyfide yerinde.Sarı-Kırmızıyı da bize emanet edip gitti,gözü arkada kalmasın diye.Öyle iyi günde coşup kötü günde sövenlere de değil ha.Galatasaray her kaybettiğinde sevgisi katlananlara emanet etti büyük sevgisini.Her haftanın sonunu getirene kadar deveye hendek atlatırken artık 2 maçımız olacak.Bizim formaların yanına birde kırmızı-beyaz çubuklularımız olacak.Kısmetse Alves’i karşısına alıp bir sağa bir sola çekip ortalayacak Forlan’a.

Yüzümüzün asıldığına bakma sen.Solumuz boş kaldı ona canımız sıkıldı,Fatih Hoca’nın da öyle.İnsanoğlu,illaki alışır.Aklımız hep sende.Bir Baba kadar gururlu,Bir anne kadar endişeliyiz Arda.Topal’a selamımızı da unutma Büyük Kaptan.

11 Ağustos 2011 Perşembe

'Lokavt':Seferoğulları&Tellioğulları


Dallas’ın şampiyonluk hikayesinin tadını tam alamadan iki senedir kapıyı aşındıran ‘lokavt’ geldi.Ortada paylaşılamayan “Yeşil Vadi” ise 3 milyar dolarlık NBA sermayesi.Hepimiz seneye NBA oynanmayacak mı tedirginliğinden son 1 ay da toplu iş sözleşmesinin ve takım sahipleriyle oyuncular birliği sendikasının,bu kurum ve kavramların ne anlama geldiğini yalayıp yuttuk.NBA oyuncuları ligin gelirlerinin %57’sini alırken takım patronları bu oranı %40’a çekme çabaları var ki görüşmelerin ana damarlarını tıkayan uzlaşmazlık noktası da burası.Oyuncuları masada temsil eden başkan Derek Fisher ve yönetici Billy Hunter %54’e razı olmalarına rağmen patronlar diretmekte.Peki bu direnişin sebebi ne olabilir?Takım başkanları,%40’ın açıklaması olarak ligdeki 30 takımın 25’inin zarar ediyor olması üzerinde duruyorlar.Patronlar tarafından bakınca haksız olduklarını söylemek güç.Takımların bu kadar sık şehir ve el değiştirmesini bu durumun sonuçları olarak da görebiliriz.NBA tutkunları için patronların ne durumda olduğu çok ilgilendirmiyor.Sabırsız seyirci,bir an önce lig başlasın ve bizde bir an önce mutluluk hormonlarımızı salgılayalım istiyor.Bu topluluğa bizde dahiliz en nihayetinde.İşte tam da bu durumu çok iyi bilen oyuncular lige anlam katan unsurun kendileri olduklarını bildiklerinden görüşmelerde uzlaşmacı tavır sergilemekten uzaklar.Oyuncular tarafından bakınca da çok haksız olduklarını söyleyemiyoruz.Patronlar elindeki tek koz olan ‘İş durdurma’ kartını açınca oyuncular biraz sendelese de bence ipler hala onların elinde.Bu aile kavgasının tam ortasında bir de David Stern tarafı var.Her ne kadar “ligimiz oynanmıyor,iki tarafında anlaşmaya yakın olduğunu söylemek zor,üzgünüz.” tiyatrosunu oynasa da O’nun bu durumdan mutsuz olduğunu düşünmüyorum.Çünkü senelerdir uğraştığı NBA’i Avrupa’ya pazarlama sevdası dolaylı da olsa yolunu buldu.Şu ana kadar Avrupa’nın tepesine oynayan takımlar NBA yıldızlarına yüz vermese de,bir çok görev adamıyla anlaştılar.Stern’ün esas hedefi Çin ise bu duruma kontra olarak senelik sözleşme şartını getirdi ve Stern için işler daha da karıştı.NBA yıldızları,deniz aşırı tercihlerini Çin’den yana kullanırlarsa o oyuncuları “Lig başladı!” deyip çekip alamayacaklar.Bu duruma rağmen Cris Paul,Carmelo Antohny,Dwight Howard gibi isimlerin Çin’e sıcak baktıkları da bir gerçek.Görüntü ligin başlaması için en iyi ihtimalle Aralık ayından sonrasını işaret ediyor.Bir de bizim evlatlarımızın durumu ne olacak sorusu var.İlyasova ve Balbay Anadolu Efes’le anlaştılar(nerdesin be Pilsen?).Hidayet için Efes söylentileri çıksa da Özerhun;”Lokavt sonrası iki oyuncunun gidişini kaldıramayız.” açıklamasıyla kapıları kapattı.Milli takım kampında olan oyuncular için Harun Erdenay “bütün türk oyuncuları lige dönebilir” açıklaması yaptı.Ömer ve Semih’in adresi için Fenerbahçe Ülker’i göstermek yanlış olmaz sanırım.Hidayet içinde Efes alternatifi FBÜ olarak gözüküyor.Memo,ahde vefa için Tofaş’a giderse şaşırmam.Keşke hepsi dönse de Beko Basketbol Ligi tadından yenmese.’Lokavt’ın birde Beşiktaş kanadı oluştu ki fısattan istifade Deron Williams’ı kapıverdiler.Iverson’dan sonra NBA oyuncularına yönelmek anlayışla karşılanabilir ama başarı için getirisinin olmayacağını olaylara “renkli” bakabilen herkes görebilir.Deron Williams transferinden çok Lakovic ve Savanovic’in bizim ligde oluyor olması beni daha fazla meraklandırıyor.Beşiktaş taraftarı için hatta bizler için Iverson’ın buradaki parkelerde Beşiktaş formasıyla dripling yapıyor olması tarif edilemez bir duygu,keza Deron içinde aynı duygular canlanacak ancak takımın bu transferlerle çıtasının nerede olduğu Türk basketbolu açısından iç açıcı değil maalesef.
Son haftalarda da Kobe Bryant mevzumuz oldu.Başkan randevu talep edip kıtalararası uçuyor,önce menajerler ve sponsorlar ikna edilip Bryant’ların huzuruna öyle çıkılıyor.Kobe’nin Türkiye’ye geleceği yok.Çünkü Kobe Braynt büyüsü Amerika sınırlarının dışına çıkarsa bozulur.Bunu O’da çok iyi bildiği için kudretine kudret katmak için Beşiktaş’ı kullanıyor.Verilmek istenen mesaj şu:“benim önüme dünyaları da verseniz beni transfer edemezsiniz.”.Ola ki NBA dışında bir yer olursa kesinlikle orası Çin’dir.Kobe oradaki ilgiyi yoklayıp bir fizibilite çalışması olmuştu.Sözün özü olarak NBA’e verilen bu aranın kimseye faydası yok.Ligin başlaması ne kadar uzarsa ‘Yeşil Vadi’nin değeri o kadar azalacak.Toplantı taraflarını bir an evvel sağduyuya davet ediyorum.Lig aradayken Avrupa Şampiyonası ve THY Euroleague’e daha fazla konsantre olacağız.

2 Ağustos 2011 Salı

Adaletin 'Bu' Olsun Be Dünya

İnançlarını kaybettiklerini düşünmemizi istediler.Bu saatten sonra başaramayacaklarına inandırmaya çalıştılar.Kendi devirlerinin kapandığını düşünmemiz için gizlendiler.Oyuna geldik.Formaları son kez asmadan önce bize bir sürprizleri varmış.Dallas Mavericks NBA 2011 Finallerini kazanarak şampiyonluğa uzandı.Kendilerinin ki gibi hepimizin göz pınarlarını ufaktan nemlendirdiler.Jason Kidd,Jason Terry ve Dirk Nowitzki hikayelerinin son paragrafına “şampiyonluk yüzüğü sahibidir.” notunu düştüler.Hep bu anı yaşamayı beklediler,onlarla birlikte bizlerde sabırsızlıkla kupayı havaya kaldıracakları günü bekledik.Dallas taraftarı değil bir çoğumuz belki ama bu yüzükleri hak ettikleri konusunda zerre şüphe yoktu içimizde.Şampiyonluk apoleti takmadan bu güzel spora veda etselerdi “adaletin bu mu dünya?” naraları atmaya başlayacaktık.Bu şampiyonluğa anlam katan ise son nefeste gelmiş olması.Sezonun hikayesini anlamlı kılan durum tam da bu.Dallas her zaman iyi iş çıkaran,patlama zamanı belli olmayan ama bir o kadar da istikrar yoksunu bir takım olarak iki ileri bir geri sezonu geçirdiler.Hatta senelerini bu şekilde geçirdiler.2006’da çok yaklaştılar olmadı,2007’de Warriors felaketi.2008’den itibaren playoff fobisi oluştu kulüp üzerinde.Dallas bu sene şampiyonluğu Rose Garden’da Portland’a karşı 22 sayı öndeyken maçı vermesinden sonra seriyi 4-2 kazanarak aldı.5 yılın ağırlığını omuzlarında taşıyarak o psikolojik eşiği aştılar.O bunalımın son bulmasının karşında koca Lakers direnemedi bile.Özellikle Jason Terry onca senenin ürkekliğini Oklahama City ve Miami’nin üzerine bıraktı.Babamız Jason Kidd’i şampiyonluk şapkası kafasında,kupayı kucağına yatırmış karelerini gördükçe idol babasıyla gururlanan evin küçük evlatları gibi hissettik güneşin yeni yeni boy verdiği sabah saatlerinde,bu memlekette.Ve esas oğlan Nowitzki.Sarı saçlarına briyantin olayım.Bütün Fen Bilimleri kurallarına aykırı şut stiline kurban olayım.Sen bu diyardan yüzüksüz geçseydin dünyanın adaletine zıplayım.

Finalin diğer tarafına değinerek yukarıdaki şampiyonları kirletmek istemem ama “sözde” Michael Jordan’lara iki çift sözüm var.Özellikle Dwane Wade beni hayal kırıklığına uğrattı.Öyle kötü performansmış ,iyi şut atamamış mevzusu değil.Lebron’a uyup da Nowitzki’nin taklidini yaptığını gördüğüm an,bütün saygımı toprağa gömdüm.Biz Heat’e onun takımı diyelim,delikanlı çocuk yalnızca işine bakar efendidir yapmaz şebeklik diyelim,onun yaptığına bak.Olmadı Wade,attın bütün köprüleri.Her ne kadar tavırları biraz gevşek gelse de gözüme Bosh en samimi eleman aralarında,şampiyonluğun kaçtığına yüreğiyle üzülen tek Floridalı.Ama işte tavırların falan bir acayip seninde.Çok büyük kral öyle böyle büyük kral Lebron James.Özel hayatını irdelemek bari bize düşmesin deyip,Amerika magazinine bulaşmadan “o” (Anahtar Kelime:Rashard Lewis) mevzuyu pas geçiyorum.Karakterinin korkunç sıkıntılı olmasına rağmen özellikle Bulls serisinden itibaren tepemden saygı kırıntıları bırakmadın değil.Ancak Finallerdeki performansın,son toplardan kaçışın ve şampiyonluk performansını yüklenmek yerine bu sorumluluğu alacak cesareti gösterememen şöyle bir saçımı karıştırıp sana olan saygımdan tekrar arınmama neden oldu.Sen aşağı yukarı 10 yıl sonra bu devirden yüzüksüz göçersen zerre burukluk yaşamam.Eğer ki sen şampiyon falan olursan yandı gülüm keten helva,muhtemel bir balkon konuşması bekliyorum senden.Benim şunca tarizimi Üstad Michael Jordan tek cümleyle özetlemiş;”Beni zirveye yeteneğim getirmiştir,ancak hala burada olmamı sağlayan karakterimdir.”.(14.06.2011)